26.2.11

Oneirophobia...

Işığa, dalga sesleri, bağırışlar ve soru işaretleriyle uyanıyorum. Başımda dikilmiş bana bakan gözler “iyi mi?” diye sorular serpiştiriyorlar havaya. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kalkıyorum ayağa. Bir lider edasıyla etrafıma herkes tam mı diye bakıyorum. Sevdiklerimi, arkadaşlarımı sayıyorum. Herkes tam. “Tamam, şimdi beni takip edin.” Devasa bir uçak gemisindeyiz. Denizdeki dalgalar gemiye çarptıkça çıkan o ses kulaklarımı çınlatıyor. Deniz suları her yerimi ıslatıyor. Gözlerim deniz suyundan yanıyor. Kendimi toparlıyorum. Arkama dönüyorum, bana soru işaretiyle bakan gözelere. “Kuru bir yer bulalım. Kendimizi korumamız için bir yere saklanmamız lazım. Ama karaya çıkma şansımız olduğunda çok uzakta olmamalıyız. O yüzden güvertede bizi örtebilecek bir yere saklanmamız lazım. Beni takip edin.” İleride bir tank var eğer onun arkasına geçebilirsek, herkesi koruyabilirim.
Derin bir nefes alıyorum. Elimi kaldırıp ilerliyoruz işareti veriyorum. Havada uçuşan kurşunların arasından sıyrılarak tanka ulaşıyorum. Umarım arkamı döndüğümde eksiksiz oluruz umuduyla kafamı çeviriyorum. Herkes tam. Rahatlıyorum. Belime geçirmiş olduğum silahımı alıyorum elime. Şu durumda bile elimdeki “Desert Eagle”a bakıp, güzel silah diyebiliyorum ya komik, neyse.

“Karaya yanaşmışız kurtulma şansımız çok yüksek.” Askerler yanaştığımız karadaki yabancı askerlerle iletişim halinde bir şeyler konuşuyorlar. Görüyorum konuştuklarını ama duyamıyorum. Sonra anlam veremediğim bir sebepten dolayı gemideki askerlerden biri karaya ateş açıyor, aptal… “Kurtulma şansımız o bizim, aptal, aptal…”

İnanılmaz bir sarsıntı ve gürültüyle savruluyoruz. Her yerde patlayan bombalar, silahlar. Herkesi korumam lazım. Artık bir plan yapmalıyım. Ama ilk önce şu ateş hattından çıkmalıyız. “Bence hemen buradan uzaklaşmalı…” Daha cümlemi bitiremeden arkamı döndüğümde o korkunç görüntüyle karşılaşıyorum. G. ve E. bacak ve omuzlarından yaralanmışlar. B. yerde öylece yatıyor. Midem bulanıyor, kusuyorum. Kendimi toparlamam lazım, onları kurtarmam lazım. Hemen yanlarına koşuyorum. G. ve E. iyi olduklarını işaret ediyorlar. “Siz geminin diğer tarafına ilerleyin. Hemen geliyorum bende.” B.’nin yanına koşuyorum. Ne olursun nefes alıyor ol. Ohh, nefes alıyor. B.’yi kargaşadan uzaklaştırıyorum. G. ve E.’nin yanına varıyoruz. Yaralarını sarmaları için T-shirt’ümü çıkarıp yırtıp veriyorum. Bir kısmını da B.’nin yarasına bastırıyorum. Çok fazla kan var. Gözlerim deniz suyundan mı yanıyor artık terden mi bilmiyorum. B. bana bakıyor. Ağlama, ne olur ağlama diyor elini elimin üstüne koyarken.

Kulağımı sağır eden bir silah patlama sesi duyuyorum. Sıcaklık, bütün göğsümde sıcaklık hissediyorum. Sonra acı… Tarif edilemeyecek kadar keskin bir acı. Yığılıyorum B.’nin yanına. Bana yaklaşırken sırıtan bir asker. Yüzünde gülümsemeyle G. ve E.’nin başına gidip ikisini de sanki oyuncak silahla ateş ediyor gibi aralıksız, acımasız bir şekilde öldürüyor. B. ve bana doğru yaklaşıyor.”Yapma, lütfen…” B.’nin kafasına da bir tane sıkıyor. Başıma eğilip, o soğuk, iğrenç silahını dayıyor alnıma. Aklımdan geçen son cümleler:”Kimseyi koruyamadım, ne olur beni affedin…”

Dişlerimi sıkarken açıyorum gözlerimi yine. Ter içinde, hıçkırarak ağlarken uyanıyorum yatağımda. Boş gözlerle bembeyaz tavana bakıp gerçeği algılamam biraz sürüyor. Derin bir nefes alıyorum. Tekrar uykuya dalmak istemiyorum. “Günaydın gece…”

24.2.11

Avuç içi...

Küçük avucuma bakıyorum şimdi.
Çatlak, kararsız, belirsiz çizgiler var üzerinde.
"Akıl, kalp ve hayat çizgisi" olarak adlandırılan buruşukluklar.
Meğer bu değerleri insan avucunun içinde tutarmış hep.
O aramaktan vazgeçmediğimiz, uğrunda kendimizi paraladığımız o üç şey hep ellerimizdeymiş.
Ama farkına vardım ki olay ilerlemek değilmiş yalnız başına...
Küçükken "saklambaç oynayan kaleye mum diksin" derken dopdolu olan avucuma bakıyorum şimdi,
Boş ve soğuk…

22.2.11

Neden kumar oynuyoruz?


Çok ciddi bir uyku düzeni problemim var. Bana göre gayet mantıklı gelen bir saatte girdim yatağa. Saat bir sularında düzgün bir saatte uyuyacak olmanın verdiği o rahatlık hissiyle dalmışım uykuya. Sonra durup dururken saat beşte uyandım. Sanki kusursuz bir uyku çekmişim gibi. Bende açtım karşıma boş bir sayfa, bir şeyler gelsin de yazayım diye beklerken buldum kendimi. Çok fazla düşünüyorum. Aklımdan yüzlerce şey geçiyor ama hangisini dile getirmek istediğimi seçemiyorum. Neyse çok uzatmadan şuan herhangi bir tanesini seçiyorum.

Kumar geldi aklıma mesela… İnsanın hayatını bir kumar oyunu olarak görmesi sizce bir hata mı? Ben hep öyle gördüm. Tabi ki o kadar basite indirgenmiş bir şekilde değil belki ama temelde düşünce hep aynı geldi. Aslında hayat değil de, insan ilişkileri diyeyim, daha mantıklı bir seçim olur. Bir dostluk olsun, sevgili olsun, hep ilişki konusunda aynı düşünür insan. Temelinde sağlam taşlar olan bir ilişki. Küçük bahislerle girersin oyuna, mantıklı ve doğru tercihlerle elindeki chipleri arttırırsın.

Bir insanın kumar oynarken sahip olması gereken tek önemli özellik nerde bırakması gerektiğini bilmesidir. Kazanıyorken masadan kalktığın anda tadından yenmez o keyif. Aklın bir köşesinde devam edeyim de daha çok kazanayım her zaman olacaktır ama o da kaçınılmaz. Neyse şuna gelmeye çalışıyorum(doğru düzgün konudan konuya bile geçemiyorum şuan), ne kadar doğru seçimleri yapsa da insan sinir bozucu bir şekilde kasa her zaman kazanır. Kumarı anlamaya çalışmak için çok uğraşmamak lazım. Her zaman kasanın kazanma oranının senden yüksek olduğunu bilip ona göre olasılık hesapları yapman lazım.

İnsanların yeni bir ilişkiye başlama sebepleri kumarhaneye gitme sebepleriyle aynıdır aslında. Piyangonun vurması için. Ama sonucunda beş parasız, bir barda oturmuş yalnız başına, kendine ağlarken bulur kendini. Büyük soruyu patlatıyorum şimdi. Kasanın her zaman kazanacağını biliyorsak neden kumar oynuyoruz?

Kötümser bir bakış açısı olarak göründüğünü biliyorum ama zamanında kendimi kasaya karşı her şeyi kaybetmiş bir şekilde bulduğum için bu kadar rahat konuşuyorum. Şuan mı? Mantıklı ve doğru adımlarla girdiğim her oyunu kazanma zamanındayım. Elim iyi kasaya karşı kaybetme oranımı artık iyice minimalize ettim. Hayatımdaki her ilişki, masadan kazanan olarak kalktığımdaki tadı veriyor bana. Çünkü artık şunu biliyorum ki; üzerine bahis oynamaya değecek şeyler var…

17.2.11

Biri bunlara dur desin!!!

Çok iyi reklam yapan firmalar var şimdi doğruya doğru. Ama gerçekten reklamcılıkta gidişat hiç iyi görünmüyor. Ekrana “dalga geçiyorlar herhalde” diye ağzım açık baka kaldığım çok fazla reklam var. Yani acaba biz toplum olarak mı gittikçe aptallaşıyoruz da bize bu reklamları uygun görüyorlar anlamadım ki. Ben yeni nesillerin bunları görerek büyümesinden korkuyorum. Onların espri anlayışı ya da zekâ seviyesi bu kadar aşağıda olursa, çok ciddi toplumsal problemlerimiz olacaktır.

Ayrıca bu nasıl bir reklamcılık anlayışıdır ya. Sırf nefret ettiğim için, dalga geçe geçe beynime işliyor müzik. Sabah uyanıp içimden şarkısını mırıldanıyorum falan. Tamam, akılda kalıyor dalga geçtikçe ama bu kesinlikle ürünü alacağım anlamına gelmiyor. Tam tersine markadan soğuyorum.

Şimdi şu reklama bir bakalım. Bu reklamı düşünüp patronuna sunan ve bu fikrin güzel olduğuna inanıp buna para harcayan tek hücreli canlıların hepsini toplayıp bir odaya koyalım, orda böyle fikirler atıp ortaya heyecanlanıp kendi kendilerine gerçekleştirsinler, sevinsinler falan. Hani yaptın hepsini tamam ona da bir şey demiyorum. Bari detone olmayan birine söyletseydin ya…




Bir de buna bakalım. Canım ya… “Acılı şalgamın dramı”. Şu reklamın animasyonunu yapan arkadaşım bak biraz daha çabala, bir iki şey daha öğren sonra adam gibi bir iş yap. Bu nedir açıklar mısınız? Gerçekten hangisi daha kötü; şalgamların kişileştirilmesi mi, korkunç elleri ayakları mı, halay çekmeleri mi, gereksiz diyalog mu yoksa ellerinde tuttukları belge mi? He, bir de o belgeyi tutarken el sallayan şalgam kardeşimiz var…




Bu reklama söyleyecek hiçbir sözüm yok…

15.2.11

Holton Rower





HOLTON ROWER- Sanatı ve bakış açısı inanılmaz hoşuma gitti. İlk resimde gördüğünüz "Pour" adlı sanatını, renklerin muhteşem ve hipnotize edici etkisiyle yansıtmış. Eğer hoşunuza gidecek bir şeyse kendi sitesinden de sanatını inceleyebilirsiniz.
http://holtonrower.com/

Sunay Akın'ın kaleminden...

Heybeliada'daki Deniz Okulu'ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da, birbirlerini çok seyrek görmektedirler. İsmail Türe denizaltıda muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üsteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale'den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek ve böylelikle haberleşeceklerdir!..

Boğazı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden belli olmaktadır. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür: “Seni seviyorum”... Arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe'ye bakarlarken, genç aşık elindeki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir...

Bu olaydan sonra iki sevgilinin aşkı düşmez olur denizaltıcıların dillerinden. Herkes, haberleşmek için kurulan ışık yolunu konuşur. Arkadaşları "Evlen şu kızla da, buralardan her geçişimizde selamlaşmayı bırak artık” diye takılırlar İsmail Türe'ye. Denizaltının üstünün ve altının bir olduğu yağmurlu günlerde bile, Çanakkale Boğazı'ndan geçilirken, elindeki fenerle aşk nöbeti tutan yakışıklı denizci gözünü bir an olsun ayırmaz Gelibolu kıyılarından.

Yine bir gün, yirmi yedi yaşındaki Üsteğmen, Çanakkale'den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan telefonla haber verir nişanlısına. Ege Denizi'nden Boğaz'a giriş yapacaklarını ve en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zaman olduğu gibi, o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de. Birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş sahasına girmiştir... Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür.
“Seni Seviyorum...”
Kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser:
“Hay Allah, bu kız denizaltıları şaşırdı. Nişanlısının denizaltısı bizim önümüzdeydi...”
Bir anlık tereddütten sonra Birinci İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek, karşılık verilmesini emreder. Yanındakilerin “Ne diyelim komutanım?” diye sorması üzerine de şunları söyler: "ebediyete kadar..."
O gece, Üsteğmen İsmail Türe'nin görev yaptığı Dumlupınar, Çanakkale Boğazı'na giriş yapan ilk denizaltı olmuştur. Ama Gelibolu kıyılarına gelmeden, Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı “Naboland” adlı gemi tarafından çiğnenmekten kaçamamış ve yaralı bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak, Çanakkale'nin karanlık sularında kaybolmuştur. Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleştiğinden, arkadan gelmekte olan Birinci İnönü denizaltısı Dumlupınar'a çarpan geminin yanından habersizce geçerek, Gelibolu'ya ulaşan ilk denizaltı olur.

Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır "Ebediyete kadar" sürecek olan uykusuna!..

12.2.11

Arkandan bakmak...


Arkanı döndün ya bana,
Kusursuz dudaklarındaki o sahte tebessümü,
Derin gözlerindeki birikmiş gözyaşlarını,
Burnunun ağlamadan önceki kızarıklığını görmeyeyim diye.
Küçük, yavaş adımlarla yürümeye başladın.
Sanki o anı beynime kazımak istercesine.
Sanki acıklı bir aşk filmindeki ayrılık sahnesindeymişsin gibi.
Gölgen üzerimden çekilirken,
Güneş yüzüme vurmaya başladığında, işte o an anladım,
Senle olup ışıksız yaşamayı, aydınlığa tercih ettiğimi.
Rüzgar boynunu sarıp bana ulaştığında,
Yanında kokunu getirmişti ayrılık hediyesi olarak.
Arkanı döndün ya bana,
İşte ben hala bekliyorum bıraktığın yerde.
Bir gün fikrini değiştirirsen beni kolay bul diye...

11.2.11

Ağır Roman...

Nasıl başlayacağımı bile bilemiyorum ki güzel bitireyim. Okuyucuyu tatmin edecek kusursuz bir tarifi de yok bu başlığın. Ne söylersem söyleyeyim, ne mükemmellikte yazsam da asla bu filmi, hissettirdiği duygularla size yansıtamam herhalde. Şarkı ve bazı sahnelerden repliklerle, aynı zamanda izlemeyenlere “Spoiler “ uyarımı yaparak(ki izlememiş biri varsa hiçbir şeyden haberi yok yazık ona!), sunuyorum size “Ağır Roman”ı.



-Savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye, zaman ki sana hasta oldu incelikli haytasın. Nüksederken raksına mahallenin maşallahı eyvallahı, güzellik be oğlum şimdilik ölümüne kadar hayattasın.

-Şu hayattan zevk almadan bir günümün geçtiğini anlarsam o akşam kendimi düşünerek öldürürüm.

-Her hayatın bir ağırlığı vardır koçum, seninki kaça tartıyor?
-Bir çift kanattınız hüznün rüzgarlarında, dağılıp gitti melekleriniz beyazın öte dağlarında..Ağlasın ardınızdan bir ağızdan bütün dehşetiyle kolera, sen harbi hayalet, sağlam gariban,ruhuna el Fatiha.

-Sen kanunsan ben belayım!

9.2.11

Yazmak ya da yazmamak...

uzun süre yazi yazmayinca kendimi kötü hissediyorum ya ben. böyle cok problemim var da dertlerimi yazamiyorum diye degil sadece yazmayi özlüyorum. bak kizdim kendime simdi :/

3.2.11

Sadece dibe vurduğumuzda tamamen özgür oluruz...

Fight Club eminim ki birçok insanın hayatını etkileyen filmlerden biridir. Bu filmde ki onlarca efsane sahneden birini seçtim bu gece. Beni etkiliyor bu sahne çok. Aynı fikirde olursunuz olmazsınız bilemem...



-Şimdi; eski insanlar kıyafetleri nehrin belli bir noktasında yıkadıklarında daha temiz olduğunu bulmuşlar. Neden biliyor musun?
- Hayır.
-Bir zamanlar nehrin tepelerinde insanları kurban etmişler. Vücutlar yanmış. Sular ağaçlara ve nehre sızıp kül suyu oluşturmuş. Bu kül suyu. En gerekli madde. Erimiş vücut yağıyla karıştığında beyaz, sabunsu akıntı nehre karışmış. Elini görebilir miyim lütfen?
-Ne bu?
-Bu, kimyasal yanık. Her şeyden çok daha fazla yakar ve yara izi bırakır.
- Ne yapıyorsun? (Meditasyon kanserde işe yarıyorsa bunda da işe yarayabilirdi.)
-Acıyla kal. Merkeze kaydırma.
-Hayır, hayır! Tanrı'm!
-Eline bak. İlk sabun kahramanların külleriyle yapılmış, aynen ilk maymunun uzaya gönderilmesi gibi. Acı olmadan, fedakârlık olmadan, hiçbir şeyimiz olmazdı.
-"Yanma" ve "et" kelimelerini düşünmemeye çalıştım.
-Kes şunu! Bu senin acın. Bu yanan elin. Tam burada.
-Mağarama gidiyorum. Mağarama gidip güç hayvanımı bulacağım.
-Hayır! Ölü insanlar gibi başa çıkma bununla!Haydi!
-Demek istediğini anladım! Tamam! Lütfen!
-Hayır. Hissettiğin şey erken aydınlanma. Bu hayatındaki en büyük an dostum ve sen başka bir yerde kaçırıyorsun
- Hayır!
-Kapa çeneni! Babalarımız bizim Tanrı modellerimizdi. Eğer babalarımız terk ederse bu sana Tanrı hakkında nasıl bir fikir verir?
-Hayır, hayır!
-Beni dinle. Tanrı'nın seni sevmediği ihtimalini düşünmelisin. Seni hiç istemedi. Her ihtimalde senden nefret ediyor. Bu olabilecek en kötü şey değil. Ona ihtiyacımız yok.
- Yok! Aynı fikirdeyim!
-Günahkârlığın canı cehenneme dostum! Kurtarılmanın canı cehenneme! Biz Tanrı'nın istenmeyen çocuklarıysak bırak öyle olsun!
- Su alaca...
-Dinle! Elini suya sokup daha da kötüleştirebilirsin veya… bana bak. Veya yanmayı durdurmak için
sirke kullanabilirsin.
-Lütfen ver. Lütfen!
-Önce teslim olmalısın. Önce bilmelisin, korkmak değil, bilmelisin ki; bir gün öleceksin.
-Bunun nasıl acıdığını bilemezsin!
-Sadece her şeyimizi kaybettiğimizde her şeyi yapabilecek kadar özgür oluruz.
-Tamam.
-Tebrikler. Dibe vurmaya bir adım daha yaklaştın…