31.12.10

Mutlu "yeni"ler...


Yeni olan her şey güzeldir. Aldığım yeni bir ayakkabıyı ya da kıyafeti ilk giydiğimde daha bir farklı hissederim kendimi nedense. Neşeli olurum. Neşeli olduğumda etrafı da neşelendiririm. Güzeldir yeni olan. Her zaman çekicidir. Ama “yeni”lerin içinden en sevdiğini seç deseler, o zaman yeni yılı seçerim. Aslında düşündüğümüzde sadece büyük kutlamalarla, eğlencelerle yaptığımız basit bir takvim değişikliği. Ama bu kadar heyecanla, önemle kutlanmasının sebebi dünyada benim gibi düşünen insanların çok daha fazla olması. Yeni yıl, yeni başlangıç, yeni şanslar, yeni seçenekler. Kısacası her şey için yeni bir sayfa. Hiçbir şeyin bir gün önceden farkı yok aslında. Yine aynı sen, yine aynı hayat şekli. Önemli olan bakış açısı ama.

Yeni yıla girerken hep aynı şeyleri düşünürüm. Kendime ya da başkalarına karşı yaptığım yanlışları telafi etmenin zamanı, istediğim şeylere, hedeflerime bir adım daha yaklaşmanın zamanı, hiç tanımadığım, yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım etmenin zamanı, yeni insanlarla tanışmanın, var olan bağların güçlendirilmesinin zamanı artık. Bu konuda bana katılan da vardır, katılmayan da tabi ki. Ama hepimizin ortak yanı yeni yılın umutlarla dolu olması, planlarla dolu olması.

Yeni yılımı giydim ben üstüme, neşem yerinde. Herkesin “yeni”si kutlu olsun. ..

28.12.10

Bir farkındalık yazısı...

Her insanın “ileride şunu yapmak istiyorum, böyle olmak istiyorum” dediği bir hedefi vardır. Bu hedefe ulaşmak için de kendi çapımızda yaptığımız ufak planlarla bir adım daha yaklaşırız o uzun yolun sonundaki hedefe. Günümüzde planlardan kaçmak neredeyse imkansızdır. Spontane yaşamayı seçen yok mudur? Vardır tabi ki. Ama nereye kadar devam edebilir bu acımasız dünyada öyle yaşamaya. Yada devam etti diyelim bir sonuca varmış olmayacak ki asla. Her şeyin sonunda geriye bakıp “ben ne yaptım şimdiye kadar?” diye soracak kendine ve pişman olacak. En umursamaz görünen insanın bile yalnız kaldığında kendine bu soruyu sorduğuna eminim. Kendi kendine iç hesaplaşma yaşadığına eminim.

Kendime dönüp bakıyorum şimdi. Uzun vadede ulaşmak istediğim sonuç için kısa kısa planlar yaparım kendimce. Bu planlara uyarım uymasına ama nasılsa daha çok zamanım var diye boşladığımda olur. Bu huyumdan nefret ediyorum işte. Biliyorum ben kendimi çünkü eğer şu an bir şeyler yapmazsam çok pişman olacağım, sinirleneceğim kendime. Ben istediğim şeye ulaşamadığımda büyük hayal kırıklığına uğrayan biriyim. Sinirli, mızmız, gıcık birine dönüşürüm (etrafımda olmak istemezsiniz inanın bana). Dikkatli ve düzenli olmam lazım farkındayım. Farkında olmakta bir şeydir değil mi?!

Hayatımız hep bir yere yetişmek için, bir şey yetiştirmek için koşturarak geçiyor. Planlara uyum sağlamak için bir taraflarımızı yırtıyoruz. Ama sonuçta tek önemli olan şey “hep olmak istediğim yerde miyim değil miyim?” sorusuna tatmin edici cevap verebilmek. Ben gönül rahatlığıyla cevap vermek istiyorum bu soruya. Aynaya baktığımda gördüğüm” ben”den mutlu olmak istiyorum, tatmin olmak istiyorum…

25.12.10

Bir saniye ya, bitti mi?..

“Zaman.” Ne kadar can sıkıcı bir sözcük… Nasıl geçtiğini anlamadığımız, tek yöne doğru ısrarla, durmaksızın ilerleyen kavram. Neden geri alamıyoruz zamanı? Sadece filmlerde ya da yazarların hayal dünyasından bize ulaştırılan ütopik bir eylem; zamanda geri gitmek. “ben asla pişman olacağım bir şey yapmadım” diyen insanların bile eminim ki zamanda geri gidip düzeltmek isteyecekleri şeyler vardır. Belki de sadece o anı bir daha yaşamak istediği için geri gitmek ister. Keşke dememek için ister…

Zamanı asla geri alamayacak olmamızın çirkin bir sonucu ise seçim zorluğudur.
Asla geri gidemeyiz ve bu yüzden her zaman seçim yapmak çok zordur. Hangi seçimin sonucunun doğru olacağını ve bizi mutlu edeceğini bilemeyiz. Seçmeye çalışmak yorar insanı, çok kafasını karıştırır. Hele önümüzde milyonlarca seçeneğin olduğu bu zamanda, düşüncelerimiz allak bullak olur. Zar zor, kendi kendine kavga ederek yapar insan seçimini. Korkak, çekingen bir şekilde ilerler bu yolda. En sonunda o kadar emek vermiş, bitap düşmüş haldeyken bile “Acaba doğru seçimi mi yaptım?” kaçınılmaz bir sorudur. Sonuç kötü olursa büyük hayal kırıklığı yaşanır. Garip olan şudur ki; sonucun güzel olmasına rağmen hala aklı diğer tarafta kalan cins insanlarda yok değildir.
Pişman olmayacağımız seçimi yapmak gibi bir lüksümüz yok maalesef.  Şayet geleceği göremiyorsak (çok olası bir şeymiş gibi sanki! ). Mantık veya duyguyla hareket ederek içimize en çok sinen şeyi yapmaya çalışırız. Ve çok net söylüyorum yüzde 80 falan pişman oluruz seçtiğimizden. İyidir pişman olmak, yanlışı seçmek. Bir kere dili yanınca insan ikincisinde tereddütle yaklaşıyor. Daha derin tartıyor seçeneklerini. Ama bir kere seçim yaptın mı artık bitti işte. Geri dönüşü yok.

Kendimi bu kadar düşünce derdinden kurtarmak için, bir joker hakkı edasıyla yapışırım “oluruna bırak” seçeneğime. Seçim yapmak çok zordur. Tamam, peki. Çok zor olduğu için ya da aklım diğer olasılıklarda kalmasın diye seçim yapmadım diyelim. Peki ben seçmediğimde bütün ihtimaller olası mı kalıyor yoksa elime geçen tek şansı da yok mu etmiş oluyorum? Orası bir muamma işte…

Zamanı geri alamıyoruz. Farkında olmadan kayıp gidiyor zaman. Bırak 20 senenin nasıl geçtiğini anlamayı, şu yazıyı yazarken bile farkında değilim dakikaların, saniyelerin nasıl geçtiğinin. Büyük sıkıntı, evet biliyorum. Ama herkes bunu biliyor zaten. Tamam o zaman ne yapmak lazım? Çok basit. An’ın tadını çıkar. İnsanlara ne tepki vermek istiyorsan ver. Anında ver. Ne söylemek istiyorsan söyle, o an. Zaman kaybetme. Ya da o an yaşadığın duygu her ne ise; mutluluk, öfke, heyecan, korku, tadını çıkar. Bir saniye sonra her şey bitmiş olacak...

21.12.10

Bırakın beni ben olayım...

Neden toplumda bireyleri belli kalıplara oturtuyoruz. neden standartlar var. fiziksel, duygusal yada zeka alanlarında neden kıyaslanmak zorundayız. insanın kendini inanılmaz yetersiz hissetmesine sebep oluyor bu aptal standartlar, ve gittikçe daha da yükseliyor bu çıta. fiziksel açıdan sürekli kendini iyi hissetmeye çalışan ya da topluma daha kolay kabul edilmek için kendini zorlayan insanlarla dolu etraf, fitness center'lar. hiç durmayı
bilmeyenler var ya. artık abartmışsın bi dur bi bak kendine ben ne çirkin oldum böyle die aç gözlerini. Salakça bir kalıp olan "güzel olmakla bir sıfır önde başlıyorsun hayata", insanlara şuursuzca yarışma hissiyatını aşılıyor. Maalesef kimsede bırak ya ben böyleyim diyemiyor. buna bende dahilim. doğduğumuz günden beri bir yarış halindeyiz. etraftakiler ne der düşünceleriyle büyüyoruz. yavaş yavaş kendimizi kısıtlamaya başlıyoruz sonra. bu bilinçsizliğe ayak uyduran anne baba da var. çocuğuna 4-5 yaşından itibaren diyet yaptıran anneler var, nasıl bir mantıksa artık. Çocukların spora alıştırılmasına karşı değilim yanlış anlamayın sadece herşeyin bir sınırı olmalı. öyle çirkinleşmiş değerleri olan bir toplumdayız ki çocuk şişman diye, dersleri kötü diye dalga geçiliyor, dışlanıyor. saçma sapan şeyler ya...

başarı konusunda hele yarışma hayat boyu bitmiyor. ilkokulda kendinle yarışıyorsun. sonra benim zamanımda lgs ve özel okullar sınavı vardı. birbiriyle yarışıyor insanlar. 2 saatlik kısıtlı bir sürede benim zeka seviyem belirleniyor. ne güzel bir sistem ya. belki o gün başım ağrıdı, uyuyamadım, hastayım. şimdi o 2 saat mi geleceğimi belirliyor benim. dünyanın en saçma sistemi... aynı şey öss yada artık adı her neyse onun için de geçerli. benim seviyemi, ömrümü vererek öğrendiğim herşeyi 3 saat gibi koca hayatıma baktığımda bir saniye gibi görünen bir zaman zarfında mı belirliyorsun sen şimdi. ya bir git işine. tamam herşey geçti bitti üniversite mastır 4 4'lük her şey. eee sonra? kendi işini kursan ne devlet ne bir kuruluş sahip çıkıyor sana, gelişemiyorsun. bir yerde çalışmak için başvuruyorsun, kendi koşullarını indire indire saçma sapan mezun
olduğun alan dışında bir iş buluyorsun anca. sonra kitlenip kalıyorsun orda emekli olana kadar...

sıkıldım artık kıyaslanıp "o daha iyi bak onun gibi ol" ya da "bak ne kötü olmuş öle yapınca sakın sen yapma" cümlelerini duymaktan. bırak ben yapayım hatamı, bende acı çekeyim. bir dibe vurayım ki tekrar çıkmayı öğreneyim. Neyse... söylemeye çalıştığım şey şudur; bırak artık kimin ne düşüneceğini. ne istiyorsan onu yap mühendis mi olmak istiyorsun, ol. çöpçü mü olmak istiyorsun, ol be kardeşim. şuan üniversitede çok seveceğim bir meslek olacağını düşündüğüm alanda okuyorum. evet güzel de, istediğim şeyi yapmak için benim bundan bir 5 sene önce falan başlamam gerekiyordu. kendimi geliştirmeye. başkalarıyla kıyaslandığım için kendimi yetersiz hissediyorum. bu sebepten dolayıda demoralize oluyorum. artık iş hayatına atıldığımda göreceğim ne kadar kendimi geliştirdiğimi. ama bugün o gündür takmıyorum kimseyi. yapıcam her istediğimi o kadar...

18.12.10

Ne zaman büyüdüm ben?..

Küçükken hayal dünyam ne kadar genişti. istediğim her şeyi yapabileceğime inanıyordum, bu nedenden dolayıda hiçbir şey yapmaya çalışmadım. Büyüdükçe farkına varıyorsun, küçükken mümkün görünen herşeyin aslında senden gittikçe uzaklaştığını. Daha kendini hiç hazır hissetmezken, hiçbir şeyden haberdar değilken, artık koca kız oldun çocukça davranma olgun ol diyorlar. Ama ben daha çocuk olmaya doymadım ki... Daha hayal gücümü terketmeye, o kendi kendime oluşturduğum "mükemmel dünya"yı bırakmaya hazır değilim ki. Ben şu yaşımda pamuk şeker alırken küçükken yaşadığım o en tatlı heyecanı yaşıyorum hala, insanlar garip baksada, yine gidip en büyük pamuk şekeri seçiyorum, en tepedekini, en pembesini, ulaşılması en imkansız olanı. Kim unutabilir ki, sıkıştırıp küçücük hale getirdiğin pamuk şekeri damağına yapıştırdığındaki o leziz tarifsiz çocukluğu...

Çizgi filmleri özlüyorum sonra. Bugs Bunny'nin havuç ısırıp "naber ya" demesini. Her izlediğimde canım havuç çektiği için annemin bana limon suyu ile dolu bardakta ince ince kesilmiş havuç dilimleri getirmesini özlüyorum. "Ne yapmam gerekiyordu, bir şey yetiştirmem gerekiyordu, sorumluluklarım var" diye düşünmeden oturup saatlerce çizgi film izlemek...

Daha çocukluğumu bırakmaya hazır olmasamda çok güzel bir çocukluk geçirdim aslında. Öyle mızmız ağlayan bir kız değildim. Bir şeyi çok istediğimde anneme "anne paran var mı?" diye soran bir çocuktum :) Açgözlü değildim. Çocukluğumu nasıl yaşamam gerekiyorsa öyle yaşadım.Üstünü kirletme dediler, kirlettim. Nerde ne söylenmesi gerektiğini öğretmeye çalıştılar, öğrenmedim. Abur cubur yeme sağlıklı beslen dediler, sağlıklı beslendim ama abur cubur çok yedim...

Sadece umursamazlığı, heyecanı, neşeyi, koşuşturmayı, üstümü kirletmeyi, düşüp dizimi yara yapmayı sonra o yaranın kabuğunu sürekli koparıp tekrar yara yapıp durmayı, pamuk şeker seçmeyi, dişlerimi çürütmeyi, bakkala gidip heyecanla çikolata seçmeyi (hayatımın en önemli kararıydı o zamanlar çünkü bir tane alma hakkım var), patavatsızca olmadık yerlerde olmadık şeyler söylemeyi,özgürlüğü özledim. Ben çocuk olmayı özledim...

17.12.10

Elma dersem çık...

Her gün müzik, resim, dans vb. yeteneklerle dünyaya gelen yüzlerce belki binlerce çocuk var. Evet, yeteneğin doğuştan olduğunu düşünüyorum ben. Herkeste bir şeyler olduğunu da düşünüyorum, bir cevher. eee iyi güzelde benimki nerde ya ?! Muhteşem sesli insanların şarkılarını dinleyerek, ya da gazeteden, filmlerden başarı hikâyeleri okuyarak geçiriyorum günümü. Ya da mesela bugün resim dersim vardı. İki kalem hareketiyle dünyaları yaratan insanlar var çevremde. Benim yeteneğim cevherim nerde peki? Bende istiyorum ben şarkı söylerken insanların nefesinin kesilmesini, bir müzik aleti çalarken susup herkesin beni dinlemesini, çizdiğim resimlerin milyarder insanların duvarlarında asılı olmasını... Daha ne kadar beklemem gerekiyor acaba diye düşünmekteyim.

20 yaşındayım asıl şimdi hayatımın tadını çıkarmam lazım, üzerinde uzmanlaşmam gereken bir özelliğimin ortaya çıkmış olması lazım. Benden küçük insanların başarılarını gördükçe daha da bir kötü oluyorum, ben geç mi kaldım diye. Ama beklemekten sıkıldım artık. Zaten ayağıma gelmez fırsat biliyorum, benim çabalamam lazım. Kendi kendime yetenek, şans, ya da o tarz bir şey yaratmam lazım. Yine de yeteneğim sana sesleniyorum: elma dersem çık, armut dersem çıkma. Elma...

16.12.10

Sadece başlamak...

Saat 2 buçuk sularında kulağımda muhteşem klasik müzik tınısı, burnumda sıcacık kahve kokusu... Ne yapayım ne yapayım diye düşünürken şu “blog” olayları da neydi bir bakayım derken buldum kendimi. Sonra sadece başlamak istedim. Öylesine yazmak, birileri okur mu okumaz mı diye düşünmeden. Birileri beğenir mi beğenmez mi diye takmadan.

Neden zugzwang peki değil mi? "zugzwang" satrançta bir terim. Rakibinin karşısında yapabileceğin en iyi şeyin hiçbir şey yapmamak olduğuna karar verdiğinde yaptığın hamle, aslında yapmadığın hamle :) sadece pas geçme mantığı... Eee neden blog adı zugzwang? Onu da bilmiyorum aslında genel olarak hayata bakış açımı yansıtan bir şey yapayım dedim bu çıktı ortaya... Takdirinizi alır almaz bilemem. ben sadece başlamak istedim, umarsızca…